28 Eylül 2009 Pazartesi

KALKAN...



1985 yılında, ilk göz ağrımız olan Kalkan'daki "Kalkan Han" otelini açtığımız zaman, burasını broşürde "Akdeniz'de mavi sularla çevrili 'tipik' bir balıkçı köyü" olarak tarif etmiştik...

Son ziyaretimin üzerinden geçen iki yıllık bir aradan sonra Kalkan'a geldiğimde apayrı bir Kalkan ile karşılaştım. "Küçük, tipik, balıkçı köyü"; "büyük bir İngiliz kasabası"na dönüşmüştü...
Kötü müydü?
Hayır...
İyi miydi?
Hayır...
Fakat kesinlikle "bizim Kalkan" değildi.

Kahvaltısını özlediğim "Merkez Kahve"de, sahanda yumurta siparişi verdiğimde uzun bir süre ne istediğimi anlatamadım. Ancak sevimli Bezirgan Köyü'nden gelmiş garson, "Yoksa siz 'fried egg' mi istiyorsunuz?"  deyince siparişim alınmıştı...

Liman'da "Pancakes" satan gence, "O da ne? Bunlar gözleme değil mi?" diye sorduğumda, "Burada bunları 'pankeyks' diye satıyoruz ağbi" dedi...

Lokantalara girildiğinde, eğer İngilizce konuşuyorsanız ne ala. Eğer konuşmuyorsanız, size "turist" muamelesi yapılıyor.

Ertesi sabah erkenden "bir-ki bir-ki ses, deneme, ses" diye başlayan Kalkan hoparlörleri ile uyandım. Denemeler bittikten sonra Kalkan Belediyesi'nin "İyi Günler" dilemesi, herhalde tatilde ve güneyde yaşayanların zaman kavramını yitirmesi endişesi taşıdığından, o tarih ve günü belirtmesi, ayrıca Kalkan esnafına da "İyi işler" dilemesi şaşırtıcıydı. Belki de bu sonuncunun gerçekleşmesi için, İngiliz misafirlerin de anlayabileceği biçimde bir İngilizce ile "Bol bol alışveriş yapın" demesi gerekmiyor mu? diye kendi kendime sordum...

Bütün bunlara rağmen Kalkan'ın mavi ve serin suları her zamanki gibi yerindeydi...
Ayrıca Kalkan klasiklerinden olan "Kuru Lokantası"nın mantısı ve çiğ böreği, Mehmet'in teknesi "Hazal"da yenen yemeklerin nefaseti, İslamlar Köyü'nün serin havasında ve çam kokuları arasında yenen ızgara hellim peyniri, kızarmış patates ve patlıcan, tadlarından hiç bir şey kaybetmemişti...

Kalkan'ı bir sürü turistik Akdeniz kasabamızla kıyasladığımda hala "buna da şükür" diyordum...

27 Nisan 2009 Pazartesi

5 Mayıs, Salı, Onuncu Hıdrellez Olacak...

İlk Hıdrellez etkinliğimiz, biraz dostlarla beraber olmak, biraz örf ve adetleri tekrar hatırlatmak, biraz da o yıl yeni açtığımız "Armada Bahçe"nin keyfini çıkarmaya başlamak için bir "5 Mayıs akşamı"na denk getirdiğimiz, 150 kişilik bir dost daveti idi... Bahçe'yi açacak, birşeyler atıştıracak, sonra da sokakta Hıdrellez'i kutlayacaktık. Ancak o sırada dostumuz Kudsi Erguner'in İstanbul'da olması ve onun bize bir jest olarak Melihat Gülses ile birlikte Armada Bahçe'de minik bir konser vermesi davet ile birleştince, davetimiz hedef rakamını aşarak birden 600 kişilik bir sokak etkinliğine dönüştü... Çünkü Hıdrellez ve Kudsi Erguner'i duyan herkes, protokol, davetiye, v.b. aramaksızın koşup gelmiş, büyük bir coşku ve neşe içinde Bahçe'yi ve Ahırkapı Sokak'ı doldurmuştu...

Bahçede insanların üst üste konser izlediği, 600 kişinin, 150 kişi için hazırlanan ikramı sokakta paylaştığı için belki de aç kaldığı bu etkinlik, herhangi bir gün olsaydı belki de "tam bir felaket" diye nitelendirilebilirdi. Oysa o akşam oradaki herkes inanılmaz mutlu ve keyifli görünüyordu. Gece yarısı ateşlerin üzerinden atlandı. Gül saksılarına kırmızı keseler bağlandı. Ertesi sabahı merakla bekliyorduk. Çünkü bir gece önce İstanbul basınının büyük bir çoğunluğu da aramızdaydı. Sabah gerek gelen telefonlar gerek basında çıkan yazılar övgü doluydu...

Sonra bunun bizim başarımızdan değil, insanların o günü "genetik" olarak olumlu algıladıklarından kaynaklandığına hükmettik... Sonraki yıllarda "Ahırkapı'da Hıdrellez Şenlikleri" başlığıyla, her yıl 5 Mayıs'ta bu etkinliği mahallemizdeki herkesle birlikte düzenleyip, bütün İstanbulluları katılmaya davet ettik... Üç yıl önce de etkinlik kurumsallaştı ve artık "Ahırkapı Hıdrellez Şenlikleri Derneği"nin çocuğu oldu!



Bu yıl onuncusunu yapacağımız bu etkinlik, 10 yıl içinde, artık bir mahalle etkinliği olmaktan çıkıp, 150, 3000, 10 bin, 50 bin, 70 bin katılımcı sayısını da aşıp, 100 bin rakamlarına ulaşan, bir "kent etkinliğine" dönüştü. İstanbul'un yaşam kültüründen bir parça, adeta canlandı...
Ama, coğrafyamızda, toplumumuzda, bir olayı gerçekleştirmenin "çok kolay", ancak, sürdürmenin "çok zor" olduğunu da bu on yıl içinde gördük...

Bu etkinliğinin en büyük başarısı, organizasyonun tek bir kurum ve kişi tarafından yapılmaması, 100'e yakın sivil kuruluşun, kamu, yerel yönetim ile elele vererek, yine büyük bir ihtimalle aynı "kalıtımsal olumlu enerji"den dolayı bir araya gelip bu olayı gerçekleştirmesinde yatıyor...
Bu yıl yine 5 Mayıs, Salı akşamı, Hıdrellez şenliklerini Ahırkapı'da gerçekleştireceğiz. Ancak, bu sefer, mahallemizin içinde değil, sahilde bulunan Ahırkapı Parkı'nda! Burada tabii ki "Niye etkinliği eski mahallede yapıyorsunuz? Alıştığımız tadları sürdürürdük..." diyenler çıkabilecektir. Belki de haklılar. Ama bu etkinliğin artan popülaritesi, her yıl katlanarak katılımcı sayısı, gerek güvenlik, gerek organizasyon açısından bizi bu seçeneği tercihe yöneltti.

Ayrıca.... Toplamda on dönümü bulan sokaklar üzerinde yapmış olduğumuz etkinlik, şimdi 30 dönümlük, "toprak ve su ile yakın teması olan" bir alana ve bu alandan da İstanbulluların büyük bir çoğunluğunun önünden geçerken farketmediği, Bukaleon Sarayı'nın ve Sultanahmet Camii'nin "en güzel bir açıdan göründüğü bir nokta"yı keşfetmemizi sağlayacak...

Tabii ki bu 30 dönümlük alan, bize, Hıdrellez'in eski tadını size yeni yorumuyla tattırmak için daha çok olanak sağlıyor. Bunların ayrıntısına burada girmemeyi yeğliyorum. Hem sürprizi kaçmasın, hem de gelip ilk gören siz olun diye!


İstanbul 2010'un sponsorluğunda gerçekleştirilebilen bu yeni hayalimizi sizinle paylaşmak için şimdiden heyecanlanıyoruz...

5 Mayıs 2009, Salı akşamı hep beraber olmak dileğiyle.

13 Şubat 2009 Cuma

Ramiz Baba

Ramiz Zoto ya da herkesin deyişiyle “Ramiz Baba”...

Hizmet sektöründen bir insan... Ramiz Baba’yı anlatırken ne kadar tarafsız olabilirim, bilemiyorum. Çünkü birçok insana “baba”lık yaptıysa da o benim öz babam...
Ramiz Baba ile erken yaşlarımdaki baba-oğul ilişkilerimiz biraz sürtüşme, biraz kavga, bolca da sevgi doluydu. Böyle olması, babamın hizmet sektöründe, gerek servis elemanı gerekse işletmeci olarak çalıştığı işyerlerinde, benim de ya çaycı – kahveci, ya sigara satıcısı, paket servis elemanı ya da komi olarak ona yardım etmem yüzündendi.
Annemle evlendiği gun... Ben “işimi” ne kadar iyi yaptığımı zannetsem de Ramiz Baba, mutlaka eleştirecek bir şey bulur, kavgamız, sonunda benim önlüğümü çıkarmam ile biterdi. Ama babamın en büyük özelliği uzun süre küs kalamaması, kesinlikle kin tutmamasıydı. Bu yüzden kısa bir süre sonra “Gel buraya ulan eş.oglu..ek” der ve tekrar barışırdık.
Ramiz Baba’nın hiç kulağımdan çıkmayan bir sözü vardır. Lokantalarda servis yaparken ona yardım ettiğimde, bazen salatalara zeytin yağı yerine çiçek yağı (o zamanlar “Salat” yağı) koyarsam çok kızardı. “Baba, bunun ne olduğunu kimse anlamaz!” dediğimde, “Oğlum, anlamaz ama hiç kimse anlamasa yüz kişide bir kişi anlar, o zaman biz de rezil oluruz” sözü... O gün bu gün ayrıntılara dikkat ettiğim her an, hep o “yüz kişide bir kişi” aklıma gelir...
Babam, I. Dünya Savaşı’ndan sonra doğduğu ülke Arnavutluk’tan çok genç yaşta İstanbul’a göçmüş. O tarihten tam 63 yıl sonra, bir gün “Yahu, ben memleketimi çok özledim, bir müracaat edelim, belki vize verirler de gideriz” demişti. Vize başvurusundan iki yıl sonra izin çıktı. Böylece doğduğu topraklara 65 yıl sonra yeniden dönen, 4 yaşında iken bıraktığı kız kardeşini 69 yaşına bulan Ramiz Baba’yla müthiş bir hafta geçirmiştim. Bu unutulmaz anıyı burada başka bir yazıda paylaşmam gerek!
Ramiz Baba, karnı aç olanlara, bir de düğün yapmak isteyip de imkânı olmayanlara hiç dayanamaz, bu türlü sosyal hizmetlere kapısını her zaman açık tutardı. Bu da daha sonraları fizik olarak babama gerçekten çok benzediğim için, gittiğim birçok lokantada, “Sen Ramiz’in oğlu musun?” sorusuyla karşılaşıp, yemek sonunda ise “Bizim Ramiz Baba’ya çok borcumuz vardır, dolayısıyla bu yediğiniz yemeği borcumuza sayın” diye para alınmamasıyla bitmiştir.
Ramiz Baba Arnavutluk’tan geldikten sonra ilk olarak Tokatlıyan Oteli’nde komi olarak çalışmaya başlamış, sonra (Galatasaray Lisesi’nin karşısında, şimdiki Mado’nun bulunduğu yerde) Hatay pasBabam ve annem, Bruksel'detanesinde devam etmiş. Daha sonraları Atatürk’ün Ertuğrul yatından tutun, Kervansaray, “Cordon Bleu” (Pangaltı), Desire’ye (Şişli) kadar çeşitli yerlerde hizmet vermiş, son olarak Tarabya’da Şale ve Villa Zarif’te en son da Tarabya Trianon’da işletmeci olarak çalışmıştı. Ramiz Baba 1958’de Rahmetli Süreyya ile Brüksel Uluslararası Fuarı’ndaki Türk pavyonuna da gitmiş, orada kurulan Türk mutfağında da hizmet vermişti. Yandaki resimde bir dinlenme anında annemle birlikte görülüyorlar...

Ramiz Baba’nın müşterileri kapıda mutlaka onu görmek isterdi. Bu yüzden onun olmadığı zamanlar ne kadar iyi olursak olalım, müşteri hiçbir şeyden memnun kalmazdı. Yemek zanaatının psikoloji ile ilişkisi olduğunu ilk defa bu vBir aksam yemeginden sonra...-Ortada babam, sagda annem-esile ile anlamıştım.
Ramiz Baba çok şık giyinirdi. Öyle ki bir müessesede ve bir patronla birlikte çalışırken, müşteriler patron o mu yoksa Ramiz Baba mı, şaşırırlardı. Esasen o zamanlarda servis elemanlarının izin günlerinde şehrin en iyi lokantalarına gidilir, en iyi masalarda oturulur, en pahalı yemekler seRamiz Baba -ayakta,sagdan ikinci-arkadaslariya...çilir ve yine gittikleri
yerdeki meslektaşları tarafından en iyi biçimde karşılanıp, ağırlanırlardı. Yemek boyunca, önce gidilen yerin başarıları öne çıkarılır, sonra da göze çarpan olumsuz taraflar tartışılırdı.

Ramiz Baba “Lokantacılıkta, ne kadar özen gösterirsen göster, her gece muhakkak en az bir masada bir vukuat olur, ya şarap bardağı masaya devrilir, et ya da balığın bir tarafı fazla pişip yanar, ya da kahvenin şekeri yanlış gelebilir” derdi.
Benim büyüyünce ya doktor ya mühendis olmamı isterdi. Ama turizm alanına yönelmemden de mutlu olmuştu. Ramiz Baba, son günlerinde “Sana bir şey bırakmıyorum, ama onurlu bir yaşam bırakıyorum” demişti. Armada Otel’in açılışını görseydi iyi olurdu. Şimdi Ahırkapı Lokantası’na giden koridorda asılı gülümseyen resmi ile geleni gideni sessizce izliyor...

19 Eylül 2008 Cuma

Mikonos'ta 2008 İzlenimlerim...

Turizmin en başarılı örneklerinden biri olan Mikonos adasının her yıl katettiği gelişimi, kısa bir süre içinde de olsa izlemek, bende bir alışkanlık halini aldı... Bu yüzden geçen hafta içinde yine Mikonos'da idim...

Ege'nin ortasında, rüzgarı bol, kurak, rüzgar olmadığı zamanlarda fırın sıcaklığında olan bu adanın, en azından 40 yıldır süren başarı öyküsü gerçekten incelenmeye değer. Yaz mevsiminde 3 ay İstanbul'dan direkt uçak seferlerinin olduğu bu adaya biz Atina bağlantısı üzerinden gittik.
Sezonun sonlarına yaklaşılmış olmasına rağmen kaliteli doluluğun yüksek olması, hatta otel rezervasyonunda bile zorluk çekmemiz, bu başarıyı ıspatlar durumdaydı.

Adanın birinci sırada önem taşıyan özelliği, öyle "500-1000 odalı konaklama tesisleri" olmayıp, kendine has mimari ve hizmet özelliklerine sahip "20-70 odalı tesisler"le donatılmış olması. Bu durum, hem fiyatların dibe vurmamasını hem de müşteri kalitesinin yüksek olmasını sağlamış...
Tesislerin mimari kimliği de önemli elbette. Örneğin bizim kaldığımız "Cavotagoo" oteli, eski bir taş ocağından, doğayla çatışmadan nasıl bir turistik tesis yapılacağının başarılı bir örneğiydi...

Adanın bu özelliğinin ardından, her anlamda "çeşitlilik" geliyor. İlginç ve çok çeşitli ürünler sergileyen alış-veriş sokakları, yerelden uluslararası mutfağa kadar farklı gastronomi seçenekleri sunan lokantaları, gece kulüpleri, ürünü daha da zenginleştiriyordu. Mikonos'un en büyük başarısı, bir koyunda en lüks bir "beach" barındırırken, bir koyunda basit şemsiyeler ve şezlonglarla düzenlenmiş bir plaj, bir diğer koyunda ise tamamen doğal bir başka plaj imkanı sunması, dolayısıyla tekdüzeliğe düşmeden, her zevke ve bütçeye hitab ediyor olması olsa
gerek...

Mikonos, bütün bir yıl boyu, gerek Avrupa, gerek Amerika -ve şimdilerde Uzak Asya- aktüalite dergilerinde, web sitelerinde ve diğer kitle iletişim kanallarında yoğun biçimde varoluyor. Bu son seyahatimizde, havalimanında elimize geçen Türk "sosyete dergileri"nde de varlığını sürdürüyordu. Dolayısıyla Bodrum ve Çeşme gibi sadece yerel burjuvazinin ilgisinin odak noktası olarak kalıp, 50 günlük bir yüksek sezon geçirmek yerine, iletişim kanallarını genişleterek, 130-140 günlük "yüksek sezon"lar geçirmeyi başarıyor. Ayrıca, Mikonos turizmcilerinin her yıl fiyat ortalamalarını %20 civarında artıyor olması, bu pastayı "çok rahat" yediklerini de gösteriyor...

Dönüşte Atina'da geçirdiğimiz bir gece, Avrupa Birliği'ne girmenin ve bir "Olimpiyat" deneyimi yaşamanın getirdiği avantajların, bir şehre nasıl yaradığını görmemize yetti. Eskiden şehrin animasyon merkezi Akropol'un dibindeki Plaka bölgesiyle sınırlı iken, şimdi bu merkez, Psiri'ye ve son olarak gördüğüm "The Gazi"; eski havagazı tesislerinin bulunduğu bölgeye yayılmış. Dolayısıyla animasyon merkezi genişlemiş... Böylelikle "kentsel dönüşüm" denen olgunun olumlu bir uygulamasına da tanık olunuyor: "şehir düzgünleşirken, onun daha canlı tutulmasına da katkıda bulunan ucuz animasyon merkezleri yaratımı"...

Şehir içi ulaşım da yaşanan bu olumlu değişimden nasibini almış. Atina'nın yeni metrosunda, yerinde bulunan tarihi eserlerle "müze metro istasyonları" yapılmış. Böylece her gün oralardan geçecek binlerce "hemşehri"ye, o noktalarda yaşanmışlığın ne olduğu ve dolayısıyla kendilerinden sonra yaşayacaklara da birşeyler bırakmalarının gerekli olduğu hakkında hatırlatma yapılıyor...

Atina'da kaldığımız "Hotel St. George Lycabettos"un Akropol'e bakan odaları ise gerek akşam yatarken, gerek sabah uyandığınızda sizi 2000-3000 yıl geriye götürüyor...

Yunanistan'dan, "zor olmayan bir takım yöntemlerle" turizmin ve yerel yaşamın nasıl zenginleştirilebileceğinin ve bunu bizim nasıl beceremediğimizin burukluğuyla ayrıldım...

30 Haziran 2008 Pazartesi

Komşularda Ne Olup Bitiyor?

Mayıs ayının son haftasında bir gece, saat 24.00’de, Kalamış Marina’dan Çanakkale’ye doğru yelken açtık... Amacımız, hem bir arkadaşımızın İstanbul’daki yelkenlisini Bodrum’a götürmek, hem de –benim de son 7 yıldır ziyaret edemediğim- Yunan adalarında ne olup bittiğini görmekti...

Beş kişilik mürettebat, üç amatör denizci, bir amatör mutfak şefi, bir de amatör mutfak şef yardımcısından ibaretti. Benim kadrom, tahmin edilebileceği gibi, tabii ki “muftak yardımcılığı” idi!

Sakin bir seyirle ertesi gün akşama doğru Çanakkale’ye vardık ve teknenin özenle hazırlanmış akşam yemeğinden sonra Çanakkale’nin meşhur “Babalık” peynir tatlısından bulmak üzere tekneden ayrıldık. Ancak marka kargaşası burada da karşımıza çıktı! “Babalık’ın Torunu”, “yeğeni”, “amcası” ile üç ayrı “Babalık Tatlıcısı”na rastladık. Biz, “olsa olsa en fazla torun feyz almıştır” diyerek tatlıyı “Torun”dan aldık. Bayağı da güzeldi.

Ertesi sabah Midilli’ye doğru yelken bastık. Molivos Limanı’na girince yedi yıl önce gördüğüm Molivos’ta ne kadar büyük bir gelişme olduğu hemen gözüme çarptı. Osmanlı mimarisinin de çizgilerini yansıtan tarihi doku, müthiş düzgün bir restorasyon ile korunmuş, geliştirilmişti. Yemek kalitesi yedi yıl önceye göre yüzde yüz iyileştirilmiş, fiyatlar ise Türkiye’de şu andaki fiyatların yüzde elli altında!

Oradan Cunda’ya döndüğümüzde doğrusu biraz moralimiz bozuldu. Plastik sandalyeler, beyaz floresan ampuller, sonuna kadar açıldığı için barlardan dışarı fışkıran müzikler, birkaç mil uzaklıktaki değişimi görmemek için gözlerimizi nasıl da kör ettiğimizi açıkça ortaya koyuyordu...

Yolculuğumuzun daha sonraki durakları Chios, Ikarus, Furni ve Patnos adalarını da gezerek fırtınalı bir günde Bodrum’a vasıl olduk. Tabii, hepsi de Midilli Adası’ndaki kültürel koruma ve restorasyonun kalitesini yakalamış bu adalardan sonra, Bodrum’un denizden görünen gündüz silueti, morallerimizi en alt seviyeye indirmeye yetti...

Çanlar Kimin İçin Çalıyor?

Özgün, yerel, kimlikli ve akıllı bir konfor sunan turizmin, sürdürülebilir bir ürün olduğu günümüzde, bir kaç mil ötemizden dahi ders almamamız, hele fiyat açısından, bırakın rekabet etmeyi, mukayese dahi edilemeyecek bir durumda olmamız, geleceğini bu sektörde gören meslekdaşlarımız için çok kaygı verici...

Baştan aşağı afişler ve çiçeklerle donatılan Furni adasında, bir “Türk-Yunan Dostluk Günü” yapıldı. Ada halkı kadar biz de heyecanlandık. Buna rağmen teknemiz dönüş yolundayken çanların kimin için çaldığını düşünüp hüzünlenmemek de elde değildi...