11 Şubat 2017 Cumartesi

Annem Olimpia Zoto…


1926 İstanbul’u... Boğaziçi… Giritli göçmen bir anne, İstanbullu bir baba… Anne ev hanımı, baba terzi, Uzunçarşı’da (Mercan’ın üstü) askeri giysiler diken küçük bir atölyenin sahibi. Arnavutköy’de oturuyorlar. Güzel bir Haziran günü Olimpia doğuyor… Olimpia’nın diğer adı Nina. Büyüdüğü zaman herkes ona Bayan Nina diyecek… Nina, ilkokuldan sonra eğitimine Sainte Pulchérie Fransız Ortaokulu’nda devam ediyor. Tam bir mutlu aile tablosu. 

1942 ve Varlık Vergisi… Ülkedeki azınlık nüfusu kapsayan Varlık Vergisi kanunlaştığında baba, ona tahakkuk ettirilen vergiyi ödeyebilmek ve Aşkale’ye sürgüne gitmekten kurtulmak için, ekmek kapısı olan kumaşlarının tümünü satıyor. 16 yaşındaki Nina ise ailesine  yardım edebilmek için, okulu bırakıp, Beyoğlu’ndaki Hatay Pastanesi’nde kasiyer olarak çalışmaya başlıyor. I. Dünya Savaşı’ndan sonra genç yaşta Arnavutluk’tan Türkiye’ye göçen Ramiz Zotoyani babam da o sırada, aynı yerde, şef garson olarak çalışmakta… Bu rastlantı evlilikle sürüyor. Önce Diana, sonra da ben aralarına katılıyorum…
Annem, daha sonra Desiree Pastanesi’nde çalışmış. Oradan sonra da emekli olana kadar Elmadağ’da, Divan Otel’in altındaki Divan Pastanesi’nde yöneticilik yapmıştı. Bayan Nina, 20 yıldan fazla sürdürdüğü bu dönemde, binlerce İstanbullu’nun doğum günü, nişan, nikah, düğün pastalarını, nikah şekerlerini hazırlatmış, selofanlar ve ipek kurdelelerle yaptığı ambalajların güzelliği, anılarda yer etmişti. Öyle ki bazı müşterileri Divan’a geldiğinde o sırada yerinde yoksa, “Bayan Nina geldiğinde gelelim biz o zaman” diye çıkar giderler, siparişlerini ertelerlerdi…
Annem, çok ilkeli bir kadındı. Benim eğitimimde belki bunun da çok büyük etkisi oldu. Öte yandan lise yıllarımda bir özel okula gitmem için de ciddi maddi destek vermişti. 

Bayan Nina’nın en önemli özelliklerinden biri de son bir iki yılı hariç, onu evde dahi, pijamalı gecelikli, saçı başı dağınık, makyajsız görmek mümkün değildi. Bakımına da özen gösterir, kremlerini o zamanlar Sıraselviler’de cilt bakım ürünleri satan bir Fransız mağazasından alırdı. Hatta, şimdiki gibi bunların içleri bitince kutuları atılmaz, mağazaya götürülür, boşalan krem kapları orada doldurulurdu…
“Ânı yaşayan” babamın tam aksine, o hep yarını, hatta on yıl sonrasını düşünür, hayatını buna göre düzenlerdi. Öyle ki yaşlanıp rahatsızlandığında da hep “sonra”yı yani daha fazla yaşamamayı, kimseyi rahatsız etmeden öbür tarafa geçmeyi diliyordu… Dilediği gibi de gitti Bayan Nina… 

26 Ocak 2016 Salı

Kamyonla Thailand, Kamboçya, Laos...

Bangkok'ta Kamyon Turu'muza başlarken... Soldan: Mehmet Güleryüz, ben,
Cem Kasidecioğlu ve Gürel Yontan...

Her yıl olduğu gibi, 2015'de de dostum Gürel Yontan ile yıl bitmeden bir "Adventure Tour"; "Macera Turu" yapmaya karar verdik. Bu kez hedefimiz Uzak Doğu idi. Bu kez, yine bu konunun uzmanı, İngiliz Dragoman acentesi ile yapacağımız "Kamyon Turu"muza Mehmet Güleryüz ve Cem Kasidecioğlu da katıldılar. Böylece 21 gün sürecek; Tayland, Kamboçya, Laos yolculuğumuza başladık. 21 kişilik kamyonda toplam 11 yolcu olduğumuz için, seyahatimizin konforuna diyecek söz yoktu! Aralık ayında yaptığımız bu macera turu süresince gittiğimiz coğrafyada mevsim de ilkbahardı...

Kamboçya vizemizi İstanbul'da, Gümüşsuyu'ndaki Kamboçya Fahri Başkonsolosluğu'ndan kolayca almıştık. Ancak Laos'un ne Ankara ne de İstanbul'da diplomatik temsilciliği var. Bu yüzden Bangkok'a varır varmaz Laos için vize başvurusunda bulunduk. Esasen Laos'un resmi sitesinde her ne kadar "vizeler kapıda veriliyor" diye yazıyorsa da daha önceden Laos'a girmeye çalışan "kapıdan çevrildiğini" bir çok seyahat blogunda okumuştuk. Nitekim, onların çok haklı olduğunu pratikte de gördük...
Tayland ve Kamboçya sınırında...
Tayland'da fazla kalmadık ve kamyonumuzla Kamboçya sınırına yakın Aranyaprathet şehrine doğru hareket ettik.
Tayland sınırını yürüyerek geçtik, sonra Siem Riap'a doğru yola devam ettik.
Arkamız, Angkor Wat tapınakları...
Burası, Unesco Dünya Miras listesindeki en önemli merkezlerden bir olan Angkor Wat tapınaklarının bulunduğu bölge. Gerçekten de insan eliyle yapılmış olan bu tapınaklar, adeta dans ederek doğa ile birleşmiş ve olağanüstü bir görüntüye sahip... Angkor Wat'ı rahat rahat gezmek için iki gün gerek.
Kompong Thom'daki otel odamızın hamakları... Kamboçya.

Biz daha sonra Kamboçya'nın ikinci büyük şehri Kompong Thom'a doğru yola çıktık. Bu şehrin önemi 1975'de ülkede "devrim" yapan ve 6,5 milyonluk ülkenin 2,5 milyon insanını ölüme götüren Pol Pot'un, asıl adı ile Saloth Sar'ın (19 Mayıs 1925 - 15 Nisan 1998) doğduğu yer olması. Hani şu zengin bir toprak sahibinin oğlu olup, Paris Sorbonne'da okuyan, sonra eğitimini yarıda bırakıp, o sırada Fransız sömürgesi olan Kamboçya'da Kızıl Khmer'lerin lideri olan Pol Pot...

Ertesi gün, Kamboçya'nın başkenti Phnom Penh'e gittik. Burada da devrim sırasında insanların işkenceye uğradığı hapishaneyi ki şimdi Tuol Sleng Soykırım Müzesi olarak hizmet veriyor, sonra da en vahşi biçimde öldürülerek gömüldükleri Choeung Ek "Ölüm Tarlaları"nı ziyaret ettik. Beni burada en korkutan şey, şu anda barış içinde yaşayan, uysal ve güleryüzlü bu toplumun 40 yıl önce (ki 40 yaş insan ömrünün yarısı)  1975'te, nasıl olup da böyle bir katliama katılmış ya da katlanmış olabileceği idi... İnsanoğlunun evrenin en tehlikeli bir mensubu olduğunu bundan daha iyi gösteren bir şey olabilir mi?

Mekong Deltası üzerinde Gürel Yontan'la bisiklet turumuz...


Ertesi gün,  Laos sınırına yakın Kratie'ye gittik. Burası da sempatik bir sınır şehri. Mekong Nehri üzerinde, güneşin batışı seyredilmeye değiyor. Mekong deltasının üzerindeki minik adada bisikletle gezmek, nehrin üzerindeki yüzer balıkçı köylerini görmek muhteşem!

Esasen Kamboçya gerçekten de gerek kültür varlıkları gerek doğası ile muhakkak görülmesi gereken bir ülke.

Bir sonraki gün, Kamboçya sınırını geçerek Laos'a vardık. Daha önce de belirttiğim gibi, ülkeye girişte vizelerimizi daha önce almış olmamızın yararını gördük.
Kağnı ile doğa turu!

Aynı gün, Mekong Nehri'nin 8 kilometre eninde yarattığı, irili ufaklı 4000 dolayında adadan oluşan deltayı gördük. Nehir kenarındaki Don Khon adasında, rüya gibi bir yerel misafirhanede konakladık ve maalesef hemen ertesi gün bu güzelim yeri bırakıp, tekrar yola koyulduk ve Laos'un önemli şehirlerinden Pakse'ye vasıl olduk. Burada Dragoman'in bize tanıdığı serbest zamandan yararlanıp, birazcık da konforlu ve şık bir yemek yiyelim istedik ve Kralın metresi için yaptırdığı ancak devrimden ötürü kullanamadığı "Saray"da bir akşam yemeği yedik. Ne var ki sokak lokantalarının lezzeti, Laos Saray'ının yemeklerinde yoktu. Aslında Uzak Doğu mutfağı en basit lokantalarda bile çok lezzetli...
Laos'ta bir köy pazarı ve satıcı çocuk...

Sabahleyin erkenden kent pazarına gidip yiyecek alışverişi yaptık ve Thakek şehrine yakın, kamp kuracağımız alana geldik. Kamp alanı, Mekong Nehri'nin bir kolunun yamacında, müthiş bir doğa harikasıydı. Cem burada bize nefis bir akşam yemeği pişirdi. Yeni Zelandalı, Avustralyalı, İngiliz ve Avusturyalılardan oluşan grubumuzdaki herkes yemeğe bayıldı.

Leblebi çekirdek yerine "Çekirge"!


Luang Prabang'ta "Kuang Si" şelalesi... Laos.
Ertesi gün yolculuğumuz Vang Vieng şehrine doğru devam etti. Laos, ormanları, dağları ve şelaleleri ile muhteşem bir doğaya sahip... Bir sonraki gün Luang Prabang şehrine geldik. Burası, insanda en sevdikleriyle birlikte olma duygusu uyandıran bir "Slow-City"; "Yavaş-Şehir"... Buradaki L'Eléphant lokantasında gezimizin en gastronomik yemeğini yedik. 2 gün bu güzel şehirde kaldıktan sonra İstanbul'a dönmek üzere Bangkok'a uçtuk...
Kamboçya - Laos sınırında düşüncelere dalıyorum:
Özellikle Kamboçya ve Laos, Türkiye'nin 1965 - 70'li yıllarının doğasına sahip ama maalesef, "rant hırsı", bizde yaptığı tahribatı buralarda da yapacak gibi gözüküyor.  Çin sermayesi, kollarını yavaş yavaş uzatmaya başladı. Onlara şöyle haykırmak istiyorum:
"Lütfen bizim yaptığımız yanlışlıkları siz yapmayın!"

22 Ekim 2015 Perşembe

Gene Avrasya Tüneli, Gene Tedirginlik...

Tarihi Yarımadanın çehresini değiştirecek olan Avrasya Tüneli, son safhasını tamamlamış durumda. Tünel delici makinenin görevini tamamladığı ve bu müthiş mühendislik projesi Asya’yı denizaltından lastik tekerlekli araçlar için bağladı. Şimdi 2016 Ağustos’undan itibaren tarihi yarımada trafiğine ilaveten günde minimum 70 bin araç daha bu bölgeden geçecek.  (İnşallah geçer! Aksi takdirde geçmeyen her araç için devlet bütçemizden dolayısıyla cebimizden araç başına 4 dolar ödeyeceğiz…) Volkswagen’in hileli dizel araçları buradan geçmez, ömrümüz de böylece biraz daha uzar.

Yenikapı Feribot İskelesi YAYA YOLU !
1.3 milyar dolarlık bir bütçe ile yapıldığı söylenen bu Tünel, yapım aşamasında insana ve güvenliğe verdiği önemin derecesiyle; hergün binlerce kişinin Aksaray veya Yenikapı’dan tramvay veya Marmaray’dan Yenikapı Feribot İskelesi’ne geçerken yaşadığı perişanlığı ve kaza korkusunu hiçe saydığını göstermiştir. Buna rağmen Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası’nın “En İyi Çevresel Ve Sosyal Uygulama Ödülü”nü aldığını iddia eden bu Konsorsiyumun, yapım sırasında göstermediği dikkati işletme sırasında göstereceğini nasıl umalım?



Yukarıda benim çektiğim, Yenikapı'da yayaların yönlendirdiği Feribot İskelesi "yaya yolu"ndan kısa bir canlı görüntü var!

Allah encamımızı hayr'eylesin!

27 Ağustos 2015 Perşembe

Avrasya Tüneli'nin Daha Temeli Atılmadan Neler Söylenmiş?

Fest Travel kurucusu sevgili Faruk Pekin, 2012 yılında yaptığı "Tarihe Yolculuk" başlıklı söyleşilerin birinde de Avrasya Tüneli ya da "lastik tekerlekli araç tüneli"ni konu almış, halk sağlığı ve evrensel kültür mirası üzerindeki riskleri ve tehditlerini uzmanlar ve bilim insanlarıyla tartışmıştı...

Video'yu izlemek için tıklayın:

Faruk Pekin'le "TARİHE YOLCULUK" 12. Bölüm