19 Eylül 2008 Cuma

Mikonos'ta 2008 İzlenimlerim...

Turizmin en başarılı örneklerinden biri olan Mikonos adasının her yıl katettiği gelişimi, kısa bir süre içinde de olsa izlemek, bende bir alışkanlık halini aldı... Bu yüzden geçen hafta içinde yine Mikonos'da idim...

Ege'nin ortasında, rüzgarı bol, kurak, rüzgar olmadığı zamanlarda fırın sıcaklığında olan bu adanın, en azından 40 yıldır süren başarı öyküsü gerçekten incelenmeye değer. Yaz mevsiminde 3 ay İstanbul'dan direkt uçak seferlerinin olduğu bu adaya biz Atina bağlantısı üzerinden gittik.
Sezonun sonlarına yaklaşılmış olmasına rağmen kaliteli doluluğun yüksek olması, hatta otel rezervasyonunda bile zorluk çekmemiz, bu başarıyı ıspatlar durumdaydı.

Adanın birinci sırada önem taşıyan özelliği, öyle "500-1000 odalı konaklama tesisleri" olmayıp, kendine has mimari ve hizmet özelliklerine sahip "20-70 odalı tesisler"le donatılmış olması. Bu durum, hem fiyatların dibe vurmamasını hem de müşteri kalitesinin yüksek olmasını sağlamış...
Tesislerin mimari kimliği de önemli elbette. Örneğin bizim kaldığımız "Cavotagoo" oteli, eski bir taş ocağından, doğayla çatışmadan nasıl bir turistik tesis yapılacağının başarılı bir örneğiydi...

Adanın bu özelliğinin ardından, her anlamda "çeşitlilik" geliyor. İlginç ve çok çeşitli ürünler sergileyen alış-veriş sokakları, yerelden uluslararası mutfağa kadar farklı gastronomi seçenekleri sunan lokantaları, gece kulüpleri, ürünü daha da zenginleştiriyordu. Mikonos'un en büyük başarısı, bir koyunda en lüks bir "beach" barındırırken, bir koyunda basit şemsiyeler ve şezlonglarla düzenlenmiş bir plaj, bir diğer koyunda ise tamamen doğal bir başka plaj imkanı sunması, dolayısıyla tekdüzeliğe düşmeden, her zevke ve bütçeye hitab ediyor olması olsa
gerek...

Mikonos, bütün bir yıl boyu, gerek Avrupa, gerek Amerika -ve şimdilerde Uzak Asya- aktüalite dergilerinde, web sitelerinde ve diğer kitle iletişim kanallarında yoğun biçimde varoluyor. Bu son seyahatimizde, havalimanında elimize geçen Türk "sosyete dergileri"nde de varlığını sürdürüyordu. Dolayısıyla Bodrum ve Çeşme gibi sadece yerel burjuvazinin ilgisinin odak noktası olarak kalıp, 50 günlük bir yüksek sezon geçirmek yerine, iletişim kanallarını genişleterek, 130-140 günlük "yüksek sezon"lar geçirmeyi başarıyor. Ayrıca, Mikonos turizmcilerinin her yıl fiyat ortalamalarını %20 civarında artıyor olması, bu pastayı "çok rahat" yediklerini de gösteriyor...

Dönüşte Atina'da geçirdiğimiz bir gece, Avrupa Birliği'ne girmenin ve bir "Olimpiyat" deneyimi yaşamanın getirdiği avantajların, bir şehre nasıl yaradığını görmemize yetti. Eskiden şehrin animasyon merkezi Akropol'un dibindeki Plaka bölgesiyle sınırlı iken, şimdi bu merkez, Psiri'ye ve son olarak gördüğüm "The Gazi"; eski havagazı tesislerinin bulunduğu bölgeye yayılmış. Dolayısıyla animasyon merkezi genişlemiş... Böylelikle "kentsel dönüşüm" denen olgunun olumlu bir uygulamasına da tanık olunuyor: "şehir düzgünleşirken, onun daha canlı tutulmasına da katkıda bulunan ucuz animasyon merkezleri yaratımı"...

Şehir içi ulaşım da yaşanan bu olumlu değişimden nasibini almış. Atina'nın yeni metrosunda, yerinde bulunan tarihi eserlerle "müze metro istasyonları" yapılmış. Böylece her gün oralardan geçecek binlerce "hemşehri"ye, o noktalarda yaşanmışlığın ne olduğu ve dolayısıyla kendilerinden sonra yaşayacaklara da birşeyler bırakmalarının gerekli olduğu hakkında hatırlatma yapılıyor...

Atina'da kaldığımız "Hotel St. George Lycabettos"un Akropol'e bakan odaları ise gerek akşam yatarken, gerek sabah uyandığınızda sizi 2000-3000 yıl geriye götürüyor...

Yunanistan'dan, "zor olmayan bir takım yöntemlerle" turizmin ve yerel yaşamın nasıl zenginleştirilebileceğinin ve bunu bizim nasıl beceremediğimizin burukluğuyla ayrıldım...